ŞEHİR DÜŞÜNCELERİ ŞEHİR VE TOPLAMA KAMPI

Bir şehrin dört temel vasfının olması gerekir. Bunlardan bir tanesi tarihi ve kültürü ile uyumu, ikincisi doğa ile uyumu, üçüncüsü sosyal ve insan ilişkilerindeki uyumu,  son olarak iklim ile uyumu.

Yaşanabilir kentin bu vasıflara sahip olması beklenir. 

Ancak çevremize baktığımızda ne tarihten izler görebiliyoruz (var olanları da zaten betonlarla betonlara görmüş vaziyetteyiz) ne insani yaşam alanları görebiliyoruz nede tabiat ve ağaçla bağını kurabiliyoruz

Türkiye’de belediyelerin bir mimari tasavvuru yok maalesef.. Geleneksel anlayışlara sahip olanların bile geleneksel çizgilere sahip çıkmaması gerçekten üzücü. Kentsel dönüşüm adı altında insanları toplama kampları gibi beton binaların içinde yığmak ne bir medeniyet tasavvuru ile ne bir insanlık tasavvuru ile izah edilebilir. Oysa insan hem bir toplum varlığı hem bir tarih varlığıdır. Onu tarihinden ve kendi çevresel koşullarından koparmak çok ciddi ruhsal tahribatlara kapı açabilir.

Bu yüzden geçmişte Doğuda olsun Batıda olsun geleneksel mimari daima çizgileriyle insanın ruhsal bütünlüğüne, doğayla uyumuna ve çevresel olumsuzluklardan daha az etkilenmesine dönük bir mimari yapı geliştirmiştir. Geleneksel şehirler bilinçli olarak kurulmuş, tasarlanmış ve tarih, doğa, fiziksel çevrenin insanla uyumu esas alınmıştır.

İnsanın mutluluğu biraz da sosyal çevrenin içinde bulunduğu atmosferin uyumuyla ilgilidir. Mimari çizgilerin sanat eserlerinin resmin müziğin ses ve kokunun bile insan ruhuna etkisi vardır. Bu köksüz ve türedi mekânlarda; hiçbir geleneğe ait olmayan, hiçbir sosyal çevreye ait olmayan doğadan kopuk bu kentlerde insanların ruh sağlığının yerinde olmasını beklemek mümkün değildir.

Ne yapmalı peki?

Öncelikle insanların kendilerine dayatılan kentsel yaşamdan kurtulabilmelerini sağlayacak bir algı dönüşümüne ihtiyaç bulunmaktadır. Kendisine sunulan yaşamsal modellerin dışında başka bir model arayışına girme konusu toplumun gündemine getirilmelidir.

Bazı kentler özel yasalarla korunmalı ve türedi yapılardan arındırabilme noktasında çaba gösterilmelidir.

Her kentin bir yanına geleneksel mimarinin çizgilerini taşıyan kent çekirdekleri kurulmalı ve bu kent çekirdekleri gelişecekse planlı bir şekilde bu tasarlanmış mimari kalıp ekseninde gelişmesi sağlanmalı. (Örneğin) her tarihi kent yanına 200 yıl öncenin kent modeli yeniden inşa edilebilir.

Mimaride iklime de önem verilmeli; şehirlerle nehirler arasında bağ-kurulmalıdır.
Elbette bu salt belediyelerle ilgili bir sorun değildir. Bu durumun sosyal siyasi ve ahlaki boyutları vardır.

Öncelikle Türkiye’de ciddi anlamda bir göç politikasının olmadığını görmekteyiz. Hem yurtiçi göç hem yurt dışı göç düzensiz bir biçimde yapılmaktadır. Ülkemizde özellikle 50'li yıllardan sonra başlayan 70'lerde hız kazanan köyden kente göç ile ilgili ciddi tedbirlerin alınmaması şehirlerimizi bu vasıflardan uzaklaştırmış ve şehirler birer toplama kampına dönüştürülmüştür. 

Türkiye özellikle 70’li yılların sonlarına doğru ciddi bir silahlı çatışma problemi ile yüz yüze kaldığı için sağlıksız gücün oluşumunda bu faktör çok önemli rol oynamıştır. Ancak bu ayrı bir konu. Ki göç ve şiddet ilişkisi ayrıca ele alınabilir. Burada bile hükümetler o dönemde tedbirler alabilir geleceğe dönük projeler geliştirilebilir ve bu gerçekler ekseninde ciddi bir göç politikası üretebilirlerdi.

Bugün dünyadaki Savaş bölgelerinde bile kurulan yerleşim birimleri belli bir plan program çerçevesinde kurulmaktadır. Bu yüzden mevcut hükümetler iç ve dış göç üzerinde ciddi projeler geliştirmeli ve kent nüfusları kontrol edecek bir anlayış ile meseleye bakmalıdır.

Ranta dayalı ve müteahhitlere ihale edilmiş planlamalar kesinlikle engellenmeli, imar yayasına uyulma noktasında azami özen gösterilmeldir.

Çevrenize baktığınızda içinde yaşadığınız şehirde (mimari, doğa, iklim ve sosyal çevreye uygun) bir güzellik görebiliyor musunuz Allahaşkına..

(Gelecek yazı: Ben küçükken Adıyaman özel ve güzel bir yerdi)

YORUM EKLE