NEYDİK, NE HALE GELDİK..

İlkokul üçüncü sınıfı bitirince, yaz tatilinde gazete satmaya başladım..

Fatih Kitap-Kırtasiye'nin Sahibi Sayın Hacı Yusuf Çelebi'den veya Gelişim Kırtasiyenin Sahibi Sayın Rıfat Küçük'ten aldığımız günlük gazeteleri elimizde sallayıp, sokak sokak koşarak,  "havaaaadiiissss" diye bağıra bağıra satarken anlatılmaz bir gurur yaşardım..

Çünkü kamu hizmeti yaptığımızın farkında bir çocuktum.

Çünkü o gazetelerdeki haberlerin her biri "havadis"ti... İnsanların o haberi zaman geçmeden, bir an önce okuması gerekiyordu..

Kim bilir "yönetenler" hangi konuda ne yapmıştı ve ne demişti.. Ve onların o dediklerini hangi gazete, hangi bakış açısıyla ve nasıl yorumlamıştı...

Kim bilir hangi yazar, hangi konuda ne demişti...

Sahi, acaba Fadil Binzet'in yazdığı yeni bir Adıyaman haberi var mıydı?

Hepsinin ayrı bir cevabı vardı ve bu cevapları her gazete ayrı bir önemde, ayrı bir yorumla yayınlıyordu...

Kimse "kopyala yapıştır" yapmazdı, istese de yapamazdı, çünkü kumpasa tek tek dizilen haber ve yorumlar yazarının eseriydi; onu kimse "çalmazdı", çünkü izinsiz "iktibas" etik kurallara aykırıydı, yani ayıptı..

Haber ajansları o yıllarda da vardı elbette ama yine de her yayınıncının kendi kadrosu vardı.. Şimdi olduğu gibi "ajansa abone olup" herkeste olan haberi ve fotoğrafı aynı başlıkla basmazdı kimse.. onu alır, inceler, detaylandırır yani kısacası yayınlamadan önce emek sarfederdi..

Gazeteci olmak bir üstün yetenek, bilgi-birikim ve görgü isterdi..

Kendi inancına aykırı düşünen gazeteciye bile okuyucuların derin bir saygısı, hürmeti olurdu, çünkü "düşünce"ye saygı vardı..

Muhabir olmak, gazeteci olmak, yazar olmak her babayiğidin kârı değildi... Bu vasıfları kazanmak için "fırınlarca ekmek yemek" gerektirirdi..

Gazeteler dikkatle açılır, satır satır okunur, özenle katlanır, evin en önemli kısmında arşivlenirdi.. Şimdilerde olduğu gibi basıldığı gün kese kâğıdı edilmezdi..

"Ne hoştu la eskiden"... yönetenleri adım adım takip eden gazeteciler vardı, en ufak bir hatayı bile "haber" yaparlar diye korkan yöneticilerin cebinde "basın kartı" bulunmazdı..

Kimse kendi kartvizitine kendine yakıştırdığı unvanlar yazmazdı; çünkü "gazeteci", "matbaacı", "dizgici", "editör", "muhabir", "yazar", "gazeteci-yazar", "araştırmacı-yazar" gibi unvanların anlamını herkes bilirdi...

Bilmeden konuşana, yazana, söyleyene, kartvizitine basana sokakta tef çalar, dalga geçer en basiti ardından kıs kıs gülerlerdi.. 

Eskiden "tashih" vardı, şimdiki gibi "tahsis" yoktu..

Düşünebiliyor musunuz, (ki düşünmenizi hatta duymanızı bile istemem) "lütfen" verilen kandil ve bayram mesajlarının fiyatını "başkanlar", "müdürler", "vekiller" lütfediyor..

"Kusura bağma gardaş, elli tene kazete, bin tene kazteci olmuş, bütçemiz yoğ" diye burun kıvıranların çok değil, onbeş sene önceki halini bilirim ben..

Daha "aday adayı" iken "basın basın" gezip "kazteye iki satır adını yazdırmaya" servet verirlerdi..

Eskiden neydik, ne hale geldik... bilseniz.. o günlerin hatırına kendinize çekidüzen verirdiniz.

İbrahim Tatlıses'e muhteşem eserler kazandıran Burhan Bayar ne güzel söylemiş:

Bir köşede kalırsın

Halin nedir, soran olmaz

Sana böyle, benim gibi

Nasihat da veren olmaz...

YORUM EKLE