KURABİYE

Şehrin kenar mahallelerinin birinde pastane işletiyordu Faruk Usta. Dondurma, pasta ve tatlı satıyordu. En iyi bildiği ve yaptığı pasta, kurabiyeydi. Hemen her çeşidini yapıyordu kurabiyelerin. Elmalı, tarçınlı, çilekli, tahinli, çikolatalı, tuzlu, tuzsuz... Özellikle tahinli ve çileklisini çok seviyorlardı. Kulaktan kulağa yayılan fısıltılarla önce şehrin, sonra ülkenin en iyi kurabiyecileri arasına girmişti. Artık tahinli ve çilekli kurabiyeler ondan soruluyordu. Bunda en büyük pay ise, yıllardır yanında çalışan Elif’indi. Elif, ortaokula yazıldığı sene başlamış çalışmaya. Annesi öldükten sonra da okulu bırakmış, tam gün çalışmış. Faruk Usta çocuğu gibi görüyordu onu. Bütün işleri teslim etmişti. Elif yirmi yaşındaydı. Nereden baksan yedi sekiz yıldır çalışıyordu. Faruk Usta kırk dört yaşındaydı. Karısı Safiye otuz sekiz yaşındaydı. Çocukları yoktu. Olmuyordu. Elif’i kızları gibi görmeleri biraz da bu yüzdendi. Faruk da karısı da adını duydukları her doktora gidiyor, fakat çare bulamıyorlardı. Mahalle ebelerine bile gidiyorlardı. Elif, ortaokula başladığı sene okumasına yardımcı olsun diye iş aradığı sırada girmişti pastaneye. Faruk Usta terbiyeli, çalışkan ve zeki bulduğu Elif’i kısa sürede beğenmiş, önce annesiyle birlikte evine davet etmiş, arkasından pastanedeki işlerin tümünü devretmiş. Kurabiyelerin, özellikle tahinli ve çilekli kurabiyelerin tarifi ona aitti. O da annesinden öğrenmiş. Üzerine Faruk Usta'nın o titiz ve ustalık isteyen ölçüsü eklenince tarifi imkansız kurabiyeler çıkmıştı ortaya. İş yerlerinin adresini değiştirmediler, ancak sağındaki solundaki evleri ve iş yerlerini satın alıp büyüttüler. Hem salon hem de imalathane aynı yerde ve kocamandı. Ülkenin her yerine sipariş geçiyorlardı. Yirmi dört saatte her tarafa yetiştiriyorlardı. Yaş pasta ve tatlı çeşitleri de yapıyorlardı, ama kurabiye konusunda iddialıydılar daha çok.

Elif, işe iyice hakim olmuş, Faruk Usta' nın sırtından yükünü tamamiyle almıştı. Gecesini gündüzüne katıyor, pastanenin her bir işiyle tek tek ve aynı titizlikle ilgileniyor, hiçbir sorun çıkmaması için elinden geleni yapıyordu. Faruk Usta onun bu tutumundan ve çalışmasından son derece memnundu. O artık evladıydı. Babasını hiç görmemişti zavallı. Annesi de birkaç yıl önce ölmüştü. Akrabalarından kimseyi tanımıyordu. Yalnız yaşıyordu. Muhacir olduklarını, Erzurum ya da Kars tarafından geldiklerini, bir süre burada yaşadıktan sonra Mersin tarafına göç ettiklerini duyduğunu söylemişti. Bildiği bir birkaç kuzeni vardı, onlarla da arası yoktu. Ne zaman konu buraya, özellikle kuzenlerine gelse hemen geçiştirir, konuşmak istemezdi Elif. Faruk Usta da üstelemezdi.

Günün birinde, annesi olacak yaşta bir kadın hemen her gün pastanenin karşısındaki kaldırımda dikilip, dakikalarca pastaneyi gözlemeye başladı. Gün içinde, değişik saatlerde, ama istinasız her gün birkaç dakika pastaneye giren çıkanı seyrediyor, sonra çekip gidiyordu kadın. Aylarca sürdü bu. Önceleri Faruk Usta'nın dikkatini çekmez, ama daha sonra merak etmeye başlar. Kadını davet edip tanışmaya karar verdiği gün, kadın gelmez. İkinci gün gene gelmez. Üç, dört, derken bir hafta geçer, kadın gelmez. En nihayet, kadının durduğu yerin az ilerisinde kaldırımda satıcılık yapan Bekir amcaya gider, kadını tanıyıp tanımadığını sorar. Bekir amca tanımadığını, ancak bir keresinde Keleş Konağı'nın ilerisinde, bir evde oturduğunu duymuştum kendisinden der. Faruk Usta vakit kaybetmeden bu evi bulur, kapıyı çalar. Açan olmaz, ancak cılız bir ses duyar. “Kapı açık. İt açılır,” der bu ses. Kapıyı iter, kapı küçük bir avluya açılır. Küçük, ama şirin bir evdir burası. Avludaki ağaçtan ve asmadan evin çok eski olduğunu anlar. Avluya girer girmez sebebini bilmediği bir titreme başlar. Evin kokusu, havası, ambiansı bir tuhafır. Bir rüyadaymış gibi hisseder kendini. Zaman yolculuğuna çıkmıştır sanki. Bastığı taşlar, dokunduğu kapı, yaprakların hışıltısı, kuşların cıvıltısı, hafifçe esen rüzgâr onu gerilere götürmüştür. Birkaç saniyelik gizemli düşüncelerden sonra kendine gelir, karşısındaki kapılardan hangisinden sesin geldiğini bulmaya çalışır. Tam bu esnada aynı ses, “Buradayım oğlum. Buraya gel der.” Faruk Usta sesin geldiği odaya yönelir. Kapı açıktır. Az ışık alan bir odadır burası. Dökme demirden pencereler, masif ağaçtan kapı, iri desenli perdeler, kalın duvarlar… Garip garip bakar etrafına. İçeriye adımını atar atmaz, odanın karşı duvarındaki divanın üzerinde yatıyor görür kadını. Kadın, o kadındır. Hemen her gün pastanenin karşısında dikilen kadın. Başında az önce düzelttiği belli olan yazması, bembeyaz bir yüz, gülen gözler ve doğrulmaya çalışan bir melek… Kalkamadı kadın. Faruk Usta yardım etmek istedi, kadın kabul etmedi. Zorlanarak da olsa doğruldu, yastığını düzeltti, belini yastığa dayadı. “Gel bakalım Faruk Usta.” Onu tanıyordu. Her geçen dakikayla gizemli bir hal alan bu buluşmadan hayatını değiştirecek yeni şeylerle karşılaşacakmış duygusu depreşiyordu içinde. Sevinsem mi, üzülsem mi karar veremiyordu. “Otur şuraya,” deyince, kadının gösterdiği yere oturdu. İki kırmızı halının üzerinde minderler seriliydi. Minderlerin arkasında da halılarla aynı yünden yapılmış farklı desende yastıklar vardı. Oturdu, bağdaş kurdu, sırtını yastığa dayadı, “Geçmiş olsun. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Şey… Kusura bakmayın. Elim….” Kadın sözünü kesti. “Estağfurullah. Eli boş geldin ha… Bir dahakine tahinli kurabiyelerinden getirirsin,” dedi tebessüm ederek. Faruk Usta heyecanlandı. “Yedin mi? Tadını biliyor musun?” kadın gülümsedi. O kadar tatlı ve sevgi doluydu ki kalkıp kadına sarılmak, öpmek, koynuna girip uyumak geliyordu içinden. “Tabi ki biliyorum. Benim tarifim onlar. Hem tahinli, hem de çilekli kurabiyelerin tarifi benim.” Faruk Usta'nın rengi attı. Her dakikayla her şey daha gizemli bir hale dönüşüyordu. Tuhaf duygular, tuhaf konuşmalar, onu buraya getiren sebepler… “Anlayamadım. Sizin tarif mi?” Kadın şöyle bir silkindi, yerini genişlettikten sonra, “Evet benim tarif ya! Anlatacağım şimdi.” Faruk Usta iyice gerildi. Kendisini sürprizler bekliyordu. “Şey daha fazla merakta koymazsanız! Bu arada kusuruma bakmayın lütfen. Bilseydim, getirirdim kurabiyelerden. Sizi birkaç gündür görmeyince…” Kadın derin nefesin ardından araya girdi. “Bu kadının burada ne işi var diyorsun değil mi? Her gün… Her gün…” Faruk Usta mahcup bir edayla, “Şey… Yani… Evet… doğrusu demedim değil. Ama görmeyince de merak ettim…” Kadın, yazmasının altından çıkan saçını kulağının arkasına attı, “Sen bir, bir buçuk yaşındaydın,” deyince Faruk Usta'nın rengi iyice soldu; serüvenin başladığını anladı. Kadın kolunu kaldırdı, “Şu köşedeki evde oturuyordunuz. Senden bir buçuk iki yaş büyük bir kardeşin vardı. Annen ikinizi aynı anda emziremiyordu. Seni bana getiriyorlardı. Benim de senin yaşlarda bir kızım vardı. Rahime. Dünya güzeli Rahime. Seni emzirmek için onu emzirmiyordum. Sütüm ikinize yetmiyordu. Annen çok iyi arkadaşımdı. Dar günümde hep yanımdaydı. Hiç yalnız bırakmazdı beni. Ona olan borcumu seni emzirerek ödüyordum. Bu arada Rahime’yi ihmal ediyordum. Rahime cılız, hastalıklı bir kız olarak kaldı. Sen aslan gibi delikanlı oldun. Benden başka kimsenin sütünü emmedin. Kime götürdüyseler emmedin.” Faruk’un gözleri dolmuştu. Annesi bir süt annesi olduğunu söylemişti, ama kim olduğunu söylememişti. Ya da söylemişti de hatırlamıyordu. “Günün birinde baban evi sattı, mahalleden ayrıldınız. Çok üzülmüştüm. Taşındığınız gün evi terk ettim. Görmek istemiyordum gittiğinizi. Günlerce ağladım arkanızdan. Hem annene hem de sana çok alışmıştım. Sen Rahime ile büyüyordun. Daha sonra da görüştük annenle. Rahime büyüdü, serpildi, ama hep cılız kaldı. Komşulardan duyduklarıyla bana düşman oldu Rahime. Gönlünü almak için çok uğraştım, ama ikna olmadı. Bütün maharetimi sergiliyor, pastalar, kurabiyeler yapıyordum, ama nafile. Bir türlü geçmiyordu kızgınlığı. Annemden öğrendiğim tahinli kurabiyeleri çok seviyordu. Ancak bana olan kızgınlığını yatıştırmaya yetmiyordu. Onu emzirmediğimi, ihmal ettiğimi, sütümü sadece sana verdiğimi yüzüme vurup duruyordu her defasında. Annenle görüşmeme de karşı çıkıyordu. O üzülmesin diye annenle bir daha görüşmedim. Evlendi daha sonra. Çok güzel bir kızı oldu. İlk sıralar ses etmedi. Sevdim, altını temizledim. Ninniler söyleyerek uyuttum. Fakat ne olduysa bir süre sonra göstermedi torunumu. Göstermediği gibi, kız büyüdükçe bana karşı kışkırttı, adeta düşman gibi gösterdi beni. Çocuk bu; inanır annesine. Kız inandı, düşman belledi beni.” Faruk’un tüyleri diken dikendi. Oturduğu yerde titriyordu. Hiç bu kadar küçüldüğünü, utandığını, yerin dibine girdiğini hatırlamıyordu. Neler duyuyordu böyle! Neler oluyordu dünyada! “O kız kim biliyor musun?” dedi kadın. Bilmez mi? Anlamaz mı? Tabi ki Elif. Tabi ki kızı gibi gördüğü Elif. ‘Boşuna onu bu kadar sevmemişim,’ dedi içinden. Dilinin ucuna kadar gelen kelimeleri birleştirip, “Elif,” diyemedi bir türlü. “Elif,” dedi kadın. “Yanında çalışan Elif. Annesinin bana göstermediği Elif. Hastalanınca, onu görmeden ölmek istemedim. Uzaktan da olsa, birkaç dakika da olsa, saçını koklayamasam da öpemesem de görmek yetiyordu.”

Faruk hüngür hüngür ağlıyordu. “Elif, seni gördüğü halde görmezden geldi öyle mi? Ve eğer annesinin sana olan nefretinin sebebi olduğumu bilseydi…. Aman Allah’ım. Aman Allah’ım…”

Kadın, soluk benzinin tatsız görüntüsünü dağıtan sözlerine devam etti.

“Eğer senin annesinin yerine emzirdiğim kişi olduğunu bilse, senden de nefret eder ve bir daha gelmez. Asla çalışmaz. Çok gururludur. Çok hassastır Elif.”

Faruk titreyen sesiyle, “Bilmez miyim? Bilmez miyim? Çok iyi biliyorum,” dedi.

YORUM EKLE