Hoş Geldin Ya Şehr-i Ramazan!

Ayrılıklardan, aykırılıklardan şikâyet ediliyor. Irk, renk, dil kavgaları veriliyor. Ama Ramazan ayı geldiğinde veya Cuma namazı vakti girdiğinde biraz önce ayrılık münakaşası yapanlar, aynı zamanda sahur veya iftar yapıyor, aynı safta oruç tutuyorlar.

Malum bugün “11 ayın sultanı” olarak tabir edilen mübarek Ramazan’ı Şerif’in ilk günü. Bugün seher vaktinde bulunduğunuz köy veya şehre uzaktan bakma imkânınız olursa, yerleşim yerlerini papatya tarlası gibi görürsünüz.

Top ve davul sesleriyle uyanan müminler, gönüllerindeki imanın ışığıyla uyanır ve evlerini de ışıtırlar.

Davullar, seferberlik ilan eder gibi çalarlar: Nefsimizin hoşlandığı şeylerin bizi esir almadığını, çayın, sigaranın, yemeğin, şehvetin esiri olmadığımızı, yalnız ve yalnız Allah’ın kulu olduğumuzu ortaya koymak ve bunu yedi iklim-i cihana duyurmak üzere çalacaklar.

Sahur yemeğiyle birlikte sabır taşını yutuyoruz. Ekonomik ambargo tehdidi ile bizi yıldırmaya çalışanlara “Biz kendi helal kazancımızın bile esiri değiliz. Biz senede bir ay kendimize ambargo uyguluyoruz. Bizi korkutamazsınız. Dokuz günlük yiyeceğini bir günde tüketenler için geçerli olan tehdidiniz bize geçerli değildir” mesajını veriyoruz.

Ramazan’da, hasta ve misafir olmayan, ergenlik çağına gelmiş, aklı başındaki insanlarımızın yüzde doksanı oruç tutacak.

İşte milli birliğimizi sağlayacak olan haslet budur. Hiçbir parti, vakıf, dernek, kurum veya kuruluş bu rakamı yakalayamamıştır.

Birlik ve beraberlikten dem vuran herkes kendisinin aklının gölgesinde toplanılmasını teklif ettiğinden, birlik ve beraberlikten bahsedenin sayısı çoğaldıkça ayrılıklar da çoğalmakta.

Okul da öğretmen “Susun” dedikten sonra yeni bir gürültü başlar; her öğrenci  “Susun” der ve öğrenci sayısınca yeni gürültü çıkar. Onun içindir ki, bizim fıkıh kitaplarımızda “Hatip, minberde konuşurken konuşan birine  ‘Sus’ demeyeceksin” der.

Ramazan ayını değerli hale getiren, bu ayda nazil olan Kur’an-ı Kerim’dir. Çokça, kana kana okuyalım. Bir tefsirden de manasını öğrenelim.

Ramazanla birlikte ekonomiye de bir canlılık gelir. Yiyecek maddeleri köylerden şehirlere akın ederken, paralar da zenginlerin kasalarından, fakirlerin keselerine doğru akın eder.

Zekât, sadaka, fitre, fidye vs. adı altında fakirlere verilenler trilyonları geçer. Zengini seven sistem, milyonlarca fakirin hakkını elli kişiye verse de Müslümanlar hakkıyla vermeseler de yine de yardım etmeye çalışırlar. 

Toplu eğitimden geçerler. İstanbul’u düşünün; akşam saati, iftar vakti olmuş, sofra önünüzde, eşiniz ve çocuklarınız yanınızda veya değil, yemek sizin alın terinizle kazanılmış ama el uzatamıyorsunuz.

On milyon insanın kulağı seste. Minareden veya radyodan veya televizyondan gelecek bir sesi bekliyor. “Allah’ü Ekber” sesini bekliyor.

Dünyada hiçbir güç, cumhurbaşkanıyla çobanı, generalle eri, işverenle işçiyi, rektörle öğrenciyi, esnafıyla on milyon insanı, aynı anda bir işe başlatamaz. Bir ay kendi yemeğini bile yememe eğitiminden geçen Müslümanlar, on bir ayda başkalarının malına el uzatmama eğitimini tatbiki olarak tamamlarlar.

Vakt-i zamanda bir vesile ile samimi olduğum bir polis memuruna sormuştum; “hangi gün ve aylarda suç işleme oranı azalır?” demiştim. “Günlerden Cuma günü, aylardan Ramazan ayı, en az suç işlenen zamanlar” diye cevap vermişti.

Bugünden itibaren geçen sene oruç tutmayan dostlarımızla ilgilenelim ve bu sene oruç tutmasını ve bu güçlü birliğe katılmasını sağlayalım.

Biz, bütün günlerin ve ayların hakkının verilmesini istiyoruz.

Bütün ayları Muharrem ayı ve her yeri Kerbela yapmak isteyenlere fırsat vermeyelim.

Selam, sevgi ve gönül dolusu muhabbetlerimle…

YORUM EKLE