DEVLET YÖNETİMİNDE SİYASETÇİ...

"Siyasetin toplum tarafından algılanmasının pek de hoş olmadığı herkesin malumudur. Toplum, siyasetçiye iyi gözle bakmaz, ona güvenmez. Örneğin, yapılan bir araştırmada halkın milletvekillerine güveni %1,7, siyasetçilere güveni ise %2,3 çıkmıştır. Başka bir araştırmada da siyasetçilere güven %3,4 oranında görülmektedir. (Kaya, 2005)

Yapılan araştırmalarda siyasetçilere duyulan bu güvensizliğin temelinde birçok neden yatmakta ise de, özellikle bu alanda kendisine, değerlerine ve milletine ihanet edenlerin hiç de az sayılmayacak oranda görünmesi en önemli unsurdur.

Tabi bu arada siyasetçilerin 'günah keçisi' olarak algılanmasının da bunda önemli payı olduğunu söylememiz gerekmektedir.

Toplum, genelde siyasetçileri dürüst bulmuyor ve onlara güvenmiyor. Bürokratik yapıdaki kişilere güven oranı daha yüksek. Oysa hepimiz biliyoruz ki, bu ülkenin başına örülen çorapların, bu ülkenin kaynaklarının peşkeş çekilmesinin, bu ülkenin yönetiminde yapılan yanlışların tek müsebbibi siyasetçiler değildir.

Çok sık vurgulandığı gibi siyasetçi - bürokrat - iş adamı üçlüsünün ortak hareketi olmazsa, bu kadar yanlışlık olmazdı" diyor; aynı zamanda AK Parti İstanbul Milletvekili de olan politika uzmanı Sayın Hulisi Şentürk. 

Benim BİR YAZARIN ARZUHALİ isimli kitabımın da yayıncısı olan Okutan Yayıncılığın değerli kolleksiyonlarından biri olan Sayın Şentürk'ün SİYASETÇİNİN YOL HARİTASI isimli kitabından yola çıkarak yorumuma geçmeden önce, aynı yayınevinin kolleksiyonundaki Coşkun Can Aktan ve Özlem Özkıvrak imzalı SOSYAL REFAH DEVLETİ isimli eserinden de birkaç paragrafı sunmakta fayda görüyorum:

"Sosyal refah devletini en geniş anlamda şu şekilde tanımlamak mümkündür: 

Sosyal refah devleti, nakdi faydalar sağlamak yanında sağlık, eğitim, konut hizmetleri sunmak ve tam istihdama ulaşmaya yönelik önlemler almak suretiyle vatandaşlarına belirli bir gelir, gelecek güvencesi ve temel sosyal hizmetlerden yararlanma olanağı sağlayan ve bu doğrultuda ekonomik hayatın işleyişine müdahale eden, özel kesimin faaliyetlerini düzenleyerek ya da bizzat kamu iktisadi teşebbüsleri aracılığıyla faaliyette bulunarak ekonomik hayatı kontrol eden ve yönlendiren devlettir.

Bu tanım, sosyal refah devletinin belki de en belirgin ve en fazla eleştirilen özelliğini ortaya koymaktadır; 'piyasa güçlerinin işleyişini değiştiren devlet.'

Gerçekten de sosyal refah devleti, liberal devletin aksine, piyasa ekonomisinin başarısızlıklarını ortadan kaldırmak, belirli ekonomik ve sosyal hedeflere ulaşmak amacıyla devletin ekonomiye aktif ve kapsamlı müdahalelerde bulunmasını öngören  bir devlet modelidir" diyorlar ve kitabın kapağındaki;

"Refah devletinin geleceği, başta ekonomik olduğu kadar politik açıdan da sürdürebilirliliğine bağlıdır. Gelişmiş batı ülkelerindeki sosyal refah politikalarının ve programlarının krizde ve açmazda olduğu aşikârdır."

"Sosyal devletin sanayi toplumlarındaki ekonomik gelişme ve toplumsal ilerlemeye katkıları asla yadsınamaz, fakat kontrolsüz ve aşırı sosyal devletin sosyal maliyetlerinin de gözardı edilmemesi gerekir."
...

Şu an iktidarda olan AK Partinin ilk dönemlerinde piyasaya sunulan bu iki eserde özetle 2002 öncesi iktidarlarının yönettiği Türkiye'nin sosyo-ekonomik durumunu görebiliyoruz.

2002 öncesini yaşamış veya sonradan inceleme şansı bulan herkes bilir ki, "Sosyal Refah Devleti" olmak yolunda defalarca değişik programlar denemiş ve maalesef krizler içerisinde, uçurumun kenarına kadar gelmiş bir Türkiye profili vardı.

Seçimlerle veya darbelerle kurulmuş hükümetlerin TBMM'den aldığı güven oyuna sahip ama kamuoyunun güveninden yoksun iktidarların yanlışlarına tepkisiyle 2002 seçimlerinde AK Parti'yi iktidara getiren halk bu kez de bu partinin sık sık değiştirdiği uygulama tekniğinden şikâyetçi olmaya başladı.

İlk iki dönemi "acemilik", sonrasını "ustalık" dönemi olarak isimlendiren parti yönetimi iktidarda olduğu 17 yıl boyunca standart ve değiştirilemez devlet yapısı modelini bir türlü oluşturamadı.

Türkiye'nin 100'üncü doğum gününe yaklaştığımız bu dönemde dış gelişmelerin de olumsuz yansıması sonucu giderek sertleşen ve kitleler arasında ayrışmaya neden olan fikir tartışmalarına şahit oluyoruz.

Siyonist Yahudi Lobisinin 1820'li yıllara dayanan 200 yıllık planını zaman zaman yavaşlasa da aksatmadan uygulamasına karşılık, bu şeytani gücün karşısında ayakta durmak zorunda olan İslâm Dünyasının en büyük gücünü teşkil eden Türkiye'deki bu ayrışmanın tehlikesini görmemeyi ahmaklık olarak görüyorum.

Türkiye için "ya var olup yaşayıp süper güç olacaksın, ya da yıkılıp yok olacaksın" cümlesiyle özetleyebileceğim bu durumu göremeyecek kadar körleşmiş olan erkin "benden olmayan sussun" anlayışı devam ettikçe korkarım ki sonumuz iyi değil.

İktidarın "ben ne dersem o olur" şeklindeki tavrına karşın muhalefetin "bunlar gitsin de ne olursa olsun" şeklindeki tavrı da çok büyük hata olduğunu kabul edip, orta noktada buluşulmazsa şu an sızlanma boyutundaki serzenişlerin giderek yükselen bağırtıya dönüşmesi endişesi veriyor.

Vatanı, dolayısıyla bizzat kendi neslini güven altına almak isteyen herkesin cebindeki taşı, ağzındaki lafı bir kenara bırakarak ortak noktada buluşması için özellikle siyasetçilerin aklını başına alması ve güvenirliliklerini artırması gerekiyor.

Mehmet Emin Danış
(10 Mart 2020)

YORUM EKLE