ÇİRKİNLEŞMEYELİM, ÇİRKİNLEŞTİRMEYEYİM...

1998’de başlattığımız, 2002’ye kadar süren ve İstanbul’daki devlet üniversiteleri ile bölge üniversitelerinin katıldıkları Üniversite-Mehmetçik el ele ağaçlandırma kampanyasına gelen öğrenciler, “Ailelerimiz gelmemizi istemedi. Çoğumuz yalan söyledik gelmek için,” demişlerdi. 


Atatürk Barajı sağ sahil ve baraj gölüne rüsubat taşıyan üst havzalara fidan dikeceklerdi. Buralar Projeli sahalar olduğu için sonraki yıllarda kuruyanların yerine dikilecek, tutanların da çapaları yapılacaktı. 


Anlatmak istediğim bu değil. Öğrenciler olmasa da devlet yapıyor zaten. Ormancılığımız fevkalade iyi bu konuda. Diyebilirim dünyadaki en iyilerin arasında. Sebebi de zor arazi ve farklı iklim koşulları.


Buna ekosistemin çeşitliliğini de ekleyebiliriz.  


Öğrenciler ve korkuları, asıl anlatmak istediğim. 


Doğu ve güneydoğu bir korku coğrafyası… Yollar ve köyler tehlikeli. Hemen her gün olay var. Velilerin neredeyse tümü karşı çıkmış; gitmelerini istememişler. Onlar da kamp, gezi, bilmem ne ayağına çıkmışlar evden. Bir nevi kaçmışlar.. Bunu söylerken korktuklarını da gizlemiyorlardı. Gerçekten korkuyorlardı. Sonuçta dağa çıkacak, burada dikeceklerdi fidanları. Şehirden 50, 60 kilometre uzakta, 1000, 1200 m yüksekliğe çıkacaklardı. Kilometrelerce yol yürüyecek, fidan taşıyacaklardı. Tamam, her türlü önlem alınıyordu, ancak korku başka bir şey. Eğer korkmanız gerekiyorsa korkacak bir sebep bulursunuz mutlaka. İllaki korkacaksınız. Ne olduğu, kim olduğu, nerede olduğunun bir önemi yok. 


Üzerlerine para dahi almamışlardı çocuklar. Çarşıya inemeyecek, alışveriş yapamayacak, hiç kimseyle görüşemeyeceksiniz demişler.  


15 gün kaldılar. Bu 15 günü daha önce uzun uzun anlatmıştım. Konserler, düğünler, eğlenceler, Nemrut turu vs... gündüz fidan, gece eğlence... 


Fidan diktiler, kuru duvar yaptılar, dikenli tel ihatası çektiler. 


Fidanlara mataralarındaki suyu verdiler. Can suyu oldu içtikleri su. Dağın başında susuz kalmayı göze alarak yaptılar üstelik. Hoş, susuz bırakmazdık, ama onlar göze almışlardı susuzluğu.


Ağlayarak gitti hepsi. “Mesleğimin ilk yıllarını buralarda geçireceğim,” diye yemin eden binlerce öğrenci gözyaşı içinde terk etti Adıyaman’ı. İnanılmaz dostluklar bıraktılar geride. Çarşıya çıktılar, okey oynadılar, çorba içtiler, çiğköfte yediler, alışveriş yaptılar, her şeyden önemlisi, çıktıkları dağlarda fidan diktikleri gibi, gerek yol üstünde mola verdikleri yerlerde, gerekse dikim sahaları civarlarındaki köylerde halkla yakınlaştı, konuştu, arkadaşlıklar, dostluklar kurdular. Birbirlerini dinledi, birlerine hikâyelerini anlattılar. Geldikleri yerlerde anlatılanlarla, yerinde duydukları arasında ne farklar ya da benzerlikler var, onu gördüler. Yaşayarak, görerek öğrendiler. Doğrular da vardı yanlışlar da duydular, gördüler, öğrendiler. Abartılar da vardı iftiralar da... Eksiklikler de vardı, fazlalıklar da... Doğrular da vardı, yanlışlar da… Duyguları değişti, ufukları değişti, fikirleri değişti çoğunun... Yanılmışız diyenler de oldu, üzüldük diyenler de… Son kerte de bir doğrunun etrafında kümelendiler.  


“Ülkemiz çok güzel. İnsanıyla, coğrafyasıyla bir cennet... Birbirimizi sevelim. Ne olur, çirkinleşmeyelim, çirkinleştirmeyelim. Hiç birimiz hak etmiyoruz yaşananları…”

Suat TEKİN

YORUM EKLE