BİÇERCİ...

Ayaklarını yerden kesen habere sevinemiyordu. Nişanlısını bırakıp gidecekti. Sivas’a… Adıyaman da ekinler biçilmiş, biçerler boşa çıkmıştı. Sıra Sivas ve komşu illerdeydi. Ondan sonra Belki Bingol… Belki Muş… Belki Erzurum… Belki Kars gelecekti; kimbilir. Bir ay demişti Halil Usta, ama daha da uzun sürebilirmiş. Hazırlığını ona göre yap demişti. Sivas dönüşü evlenecek, bir yıl sonra askere gidecekti. Paraya ihtiyacı vardı. Sıcaktan uyuyamadığı bir temmuz akşamının sabahında valizini topladı, Halil Usta’nın beklemesini istediği Traktörcü Nedim’in evinin olduğu sokakta, elektirik direğini altında saatine baktı durdu. Çok sürmedi, bir tarafına felç inmiş yaşlı biri gibi sallanan sarı biçer göründü. Yanına varır varmaz durdu. Arkasına bağladıkları römorka valizi attı, biçere çıktı. Güneş doğmak üzereydi. Serçeler, tünedikleri ağaçlarda uğultuyla ötüyorlardı. Şehre garip bir sessizlik hakimdi. Yeni yerler görecek olmanın sevinci, gurbete çıkmanın hüznünü bastırmıştı. Yine de nişanlısını, annesini, babasını ve altı kardeşini geride bırakmanın burukluğu vardı içinde. Üç aylık nişanlıydı. On beş yaşındaydı Zehra. Elinde olmadan dökülen yaşları gören Halil Usta, omzuna dokunarak, “Merak etme. En geç bir ay sonra buradayız inşallah,” diyerek teselli etmeye çalıştı. Ancak beyaz yüzünde boncuk gibi parlayan iri gözlerini ve o şirin bakışlarını aklından atamıyordu Zehra’nın. Tazecik Zehra. Masum masum gülücükleri, utangaç bakışları ve elini tuttuğu an yüzüne yansıyan mutluluğu gitmiyordu gözünün önünden. Kulak arkasına soktuğu perçemlerinin ortaya çıkardığı yüzünde hiç unutamayacağı bir veda hissi vardı Sivas’a gideceğini söylediğinde. Ses etmeden dinlemişti. Zorlayınca, “Sen bilirsin,” demişti yere bakarak.
Annesinin sabaha kadar ağladığını hatırlayınca hıçkırıklara boğuldu.

“Üzüleceksen, gelme. Evinizin karşısında indireyim seni,” diye çıkıştı Halil Usta.

Evlenmek için para kazanmalıydı. İyi para verecekti Halil Usta.

“Kusura bakma Usta. Elimde değil.”

“Toparlan o zaman. Yolumuz uzun. Römorka geç istersen. Uykunu al; yorulursam uyandırırım seni.”

“Peki usta.”

Halil Usta, biçeri durdurdu, Hasan romorka geçti.

Yatakları, mutfak malzemeleri ve ihtiyacı olan bazı makine parçaları vardı romorkta. Bir gün önceden yüklemişlerdi hepsini. Yatağını açtı, uzandı, yorganı kafasına çekti, ağlamaya kaldığı yerden devam etti.

Ertesi gün Sivasa vardıklarında güneş batmak üzereydi. Şehre girmeden, İhsan Ağanın çiftliğine gittiler. Geceyi burada geçirdiler.
İhsan Ağa, oturduğu evin hemen yanında misafirler için yaptırdığı, altı ambar, üstü kocaman odalı iki katlı evde kalacaklarını söyledi kahvaltıda. Önünde irice bir tulumba vardı evin. Az ilerisinde de üstü açık bir tuvalet… Çiftliğin yüz metre aşağısında yemyeşil bir dere akıyordu. Atlar, keçiler, inekler ve sürüyle tavuk ve hindi görüyordu çevrede. İki koca Kangal dolanıyordu meydanda. Kimsecikler korkmuyordu. Çocuklar da korkmuyordu. Sevip duruyorlardı kocaman ayaklı, kocaman kafalı ve burnu ve patileri siyah benekli Kangal’ı.

İhsan Ağa’nın oturduğu evin kapısında bir kız göründü. Uzun, ince boylu, beyaz tenli, tel tel saçlı kız, merdivenlerden süzüle süzle indi. Onu bir başka kız karşıladı aşağıda. Ayaküstü birşeyler söyledi içeriden çıkan ve süzülerek aşağıya inen uzun, ince, tel tel saçlı kız. Utandı kızdan. Başını diğer tarafa çevirdi. Kıza baktı demelerini istemiyordu. Hayatında bu kadar uzun boylu bir kız görmemişti. Bir karıştan fazla uzundu kendisinden. Yok yok, iki karış. Güzelliği ise gözlerini kamaştırmıştı. Nişanlısı geldi aklına. Bir daha utandı. Sırtını döndü bu sefer.

Kahvaltıdan sonra biçmeye başlayacakları yerleri göstermesi için yanlarına bir adamını görevlendirdi İhsan Ağa. İki hafta sürermiş işi. Daha sonrasını ayrıca konuşacaklarmış.

Güneşin tam tepede olduğu bir saatte bismillah dedi, başladılar işe. Traktörün biri gidiyor, biri geliyordu. Ağzına bağladığı tülbentle tozdan korunmaya çalışıyordu Hasan. Ekinler bir hayli boyluydu. Çekirgeler, yılanlar, kaplumbağalar kaçışıyorlardı sağa sola. Sap bir yana, buğdaylar römorka… Yemek dışında hiç durmadılar. Tarla o kadar büyüktü ki bir gün daha çalışsalar ancak biterdi. Hiçbir aksilik olmadan çalıştıklarını seviniyorlardı. İki yılan öldürdüler aynı gün. İki kocaman boz yılan. Çok yorulmuştu. Kolu kanadı kırılmıştı direksiyon sallamaktan. Yemekten sonra odasına çekildi. Yatağını serdi, uzandı. Uzanır uzanmaz horladı.

Gözlerini açtığında Halil Usta giyinmişti.

“Geç kaldık. Acele et. Daha ülk gün ayıp olur,” dedi Halil Usta.

Yataktan fırladı, giyindi, kuyuya koştu. Yüzünü yıkadı, başını ve boynunu ısladı, gidiyordu ki yine o kızı gördü. Uzun boyu, beyaz teni, tel tel saçlarıyla bir kuğu gibi süzülüyordu. Üstelik elinde yüzü kadar beyaz bir mendille kendine doğru geliyordu. Ne yepacağını bilemedi. Adettendir herhelde dedi, ama alışık değildi böylesi adetlare. “Havluyu almasam ayıp olur mu acaba?” diye geçirdi içinden. Kız yanına kadar sokulmuştu. “Buyurun Hasan,” O kadar rahattı ki yıllardır tanışıyorlarmış gibi. Oysa daha iki gün olmuştu buraya geleli. Yüzünü sildi, hızla uzaklaştı yanından. Kız, gülümseyerek eve doğru yürüdü.

İkinci gün aynı şekilde yine başında beklerken buldu kızı. Üçüncü gün, gelir mi acaba diye kendisi bekledi bu sefer. Üçüncü gün de elinde havluyla başında bekliyordu uzun boylu, tel tel saçlı kız. İki hafta her sabah başında bekledi aynı kız. Elinde bembeyaz, pırıl pırıl havluyla Türk filmlerinde gördüğü sahneye benzer bir şekilde aksatmadan, büyük bir saygıyla bekledi uzun, beyaz, tel tel saçlı kız. Artık başını kaldırıp bakıyordu kıza. Gözlerinin rengini, teninin kokusunu biliyordu artık. Elleri ellerine değmiş, gözlerinin içine bakarak hafifçe gülümsemişti bir keresinde de. Kız da sıcacık bir gülücük atmıştı ona. O kadar rahattı ki kız, hiç kimseyi umursamıyordu. Bir gören olur, kızar diye çekinmiyordu. Hatta İhsan Ağa bir keresinde görmüştü de ses etmemiş, geçip gitmişti yanlarından. Bu, Hasan’a daha çok cesaret vermişti. Ancak nişanlısı aklına düşünce geri durup, yanlış yapmamaya çalışıyordu. Bir tek kelime etmemelerine rağmen, saatlerce konuşmaktan daha fazlasını söylemişlerdi birbirlerine bakışarak.

İşin sonuna varmışlardı artık. Dönüş hazırlığı yapıyorlardı. Son geceleriydi. Sabaha gideceklerdi. Erkenden kalktı, tulumbanın başına gitti. ‘Gelir mi acaba?’ diye geçiriyordu içinden. Ağırdan hareket ederek zaman kazanıyordu. ‘Allah’ım ne olur gelsin’ diye yalvardı. Aklına Zehra gelince utandı. Yasemin’in ilgisi aklını başından alsa da Zehra’yı düşünmeden edemiyordu. Samimi, gerçek bir sevgiyle, ilk aşkının sadakati arasında bocalıyordu. Ciddi bir sınav verdiğinin farkındaydı. Bütün zekasını hata yapmamak için harcıyordu. Yasemin’di ismi. Yasemin. İnsan iki kıza aşık olabilir miydi? İki kızı birden sevebilir miydi?

Başını ve boynunu ıslattı, kollarını dirseklerine kadar yıkadı. Ayaklarını yıkayacaktı ki başında uzun, ince, tel tel saçlarıyla o kız bitiverdi aniden. İlk kez titrediğini hissetti. Elinde her zamanki beyaz havluyla öylece bekliyordu.

“Bugün gidiyor muşsunuz?”

“Evet,” dedi bakışlarını kaçırarak.

“Beni de götür beraberinde,” dedi kız.

Ne yapacağını bilemedi. Duyduklarım rüyamı gerçek mi dedi içinden. Allah’ım rüya olsun.

“Beni de götür kendinle. Ben de seninle gelmek istiyorum,” dedi kız bir daha.

Gerçekti. Rüya değildi. Evet evet, gerçekti.

“Ben nişanlıyım. Olmaz,” dedi birden.

“Olsun. Vazgeçersin. Bak şu gördüğün arazilerin hepsi babamın ve ben babamın tek çocuğuyum. Beni de götür ne olur!. Üç gün sonra babam affeder bizi, geri döneriz,”

Yer yarılsa da girsem dedi usulca.

“Olmaz. Nişanlımı seviyorum. Şey…”

“Beni de seversin. Vallahi bak. Çabuk ısınırsın bana. Çok iyi birisin sen. Çok temiz bir kalbin var. Gördüğüm ilk gün anladım bunu. Asla yanılmam bu konuda.

Babam çok güvenir bana bu yüzden. Söz verdi. Kimi seversem onunla evlenmeme izin verecek.”

“İki hafta öğrenilir mi bu kadar şey? Biçerciyim ben. Şoförüm. Halimi görüyorsun. Bana alışman zor. İyisi mi…”

“Bizimkiler yeter bize Hasan. Zenginlik istemiyorum ben. Bana sen lazımsın. Babamla sözleştik dedim ya! Kimi istersem onunla evleneceğim. Sen insansın Hasan. Bana insan lazım. Zengin değil.”

“Parası pulu olan insan değil mi?”

“Boş ver şimdi bunları. Ben de geleyim seninle.”

Hasan’ın aklı duracaktı. Düşünemiyordu. Zehra çıkmıyordu aklından. Ah Zehra… Kuzucuk Zehra… İki kızı birden sevemezdi. Sevgi ikiye bölünemezdi. Bölünse azalır. Küçülür. İşe yaramaz.

“Olmaz. Yapamam. Ben alışamam sana Yasemin. Çok güzelsin. Kalbin de çok güzel. Çabuk bulursun benim gibisini. Olmaz.”

“Yalvarırım iyi düşün. Çabuk karar verme; ne olur.”

“Düşünmeye gerek yok. Nişanlım dört gözle beni bekliyor. Dönüşte düğün yapacağız. Hakkını helal et ne olur. Bağışla.”

Yasemin ağlıyordu. İki gözü iki çeşme hem de.

Havluyu almadı bu sefer. Havlu kızın elinde kaldı.

Sıvas’tan çıktıklarında ağlamamak için zor tuttu kendini.

YORUM EKLE