ANNE...

(SENİ NE KADAR ÇOK SEVDİĞİMİ ANLA İŞTE)

“Elini öpmeye geldim. Yarın gidiyorum,” dedim.


“Nereye?” dedi.


“İstanbul’a,” dedim.


“Çok kalacak mısın?” dedi.


“Çok…” dedim.


Durdu, bekledi, yere baktı:


“Çok kalma. Erken gel,” dedi.


Başımı dayadığım göğsünün altındaki kalbinin yumruk gibi sıkıldığının farkındaydım.
“Peki,” dedim. Ama inanmadığını fark etmiştim. Sevinmedi çünkü. Yalan söylediğimi, onu dinlemeyeceğimi, en az iki ay kalacağımı biliyordu. En azından tahmin ediyordu. Önceki yıl da geçmişti aramızda benzer bir konuşma. 4,5 ay kalmıştım. Birkaç görüşmemizde ağlamış, özlediğini söylemişti. Ben de telefonu kapattıktan sonra epey dalmıştım. (Siz ağladığımı düşünebilirsiniz...)


Ağladığını gizlemek neden bu kadar gerekli ve onurlu?


İkisinin de elini öptüm, çıktım evden. 


Babam, daha yoldayken aramış, “Sen bir arkadaştın. Şu salgın illetinde seninle soluklanıyor, rahatlıyorduk. Neden çok gördün bize,” demiş, kalbimin ortasına bir hançer saplamıştı. 


Onlardan ayrı kalmanın gerekliliği ve daha fazla önemli olduğunu anlatacak bir dil, bir cümle, bir yalan gelmez insanın aklına böyle anlar da. Gelmez işte. Gelse de ne kendine ne anne babaya yakıştırırsın. 
Babam buğulu sesiyle gözyaşlarını buluştururken, ben ağlamanın bir başka biçimini bulabilmenin arayışı içindeydim. 


Yol uzadı. Hasret arttı. Günahlarıma yeni yeni günahlar katmanın ufkunu zorlamaya başladı hücrelerim. 


Kahreden yolculukların uzadıkça hafifleteceğine olan inancım tecrübe edilmiş bir alışkanlık olduğu için, kendimi kandırmama gerek yoktu. Sevgiyi arttıracak ayrılıklara ihtiyacı vardı hepimizin. 


Hemen her gün görüştük. 


Bir annemle, bir babamla… Annemle kendisini, babamla yine annemi konuştuk. 


Annem iyiyse hepimiz iyi, annem kötüyse hepimiz kötüydük. 


İkinci haftanın sonlarında sesi değişmişti annemin. Bu, hastalığının arttığını gösteriyordu. Ancak o kadar alıştırmıştı ki bizi hastalıklarına, biraz dikkat eder, kendine bakarsa hafta bitmeden eski haline döner diye düşünüyorduk. Babam da biz de inanıyorduk buna. Tuhaf olan, annemin de inanmasıydı. Hatta bizden de fazla inanıyordu.


Öyle olmadı. Sesi mikrofonun üstüne kapatılmış bir mendilin altından çıkıyor gibiydi bu kez. Ya da bir çocuğun kulağına fısıldayarak konuşması gibi… 


Beşince haftanın Cuma günü saat 17:45’te telefonum çaldı. 


Çok zorda kalmasa aramayacağını düşündüğüm bir numara… 


“Annen yoğun bakımda…” 
Gerisine gerek yoktu. Gerisi angaryaydı. Boştu. Fasa fisoydu. Lüzumsuzdu. Aşağılıktı.


Metrobüsle İncirli’ye, metroyla da otogara geldim. Zamanla yarışıyordum. Duraklar, müşteriler, İstanbulkart, duraklar, maskeliler, annemle yaşıtlar, annemin sesi, annemin bakışı, annemin dokunuşu… 


İki dakikalık durak mesafeleri iki saat gibiydi. Adıyaman 10 Km yazmasını o kadar çok istiyordum ki kanatlarımın olmasını hiç bu kadar istememiştim. 


Uçak aktarmalı olduğundan sekiz on saat terminallerde bekleyecektim. Ölürdüm. Çatlardım. Patlardım hayal kurmaktan. 


Gaziantep’e indiğimde saatler 11’i gösteriyordu. 
Yaman Tur minibüsleriyle iki saatte indim Adıyaman’a. 


Doğruca hastaneye… 


Yoğun bakımın kapısında bekleyen doktor içeriye aldı sağ olsun. Alnından öptüm. Ayaklarından öptüm. Ellerinden öptüm. 
O da gözlerimden öptü.
On dakika konuştu ben dinledim. On dakika gözlerine baktım.  O kadar ciddi, o kadar doluydu ki izin verselerdi ertesi güne kadar konuşurdu. 


Dışarıya çıkardılar. 


Hiç ayrılmadım. Ayrılmak istemiyordum.


“Yorgunsun. Dinlen biraz. 


Yarın yine gel; görüştürürüz,” deyince gittim.


Uyumak mı; ne mümkün? Kim uyur? Nasıl uyur?


Sabah hastanede açtım gözümü. Kuşlar getirmişlerdi sanırım. Ya da ben uçarak gelmiştim. Kim getirdi, neyle geldim hatırlamıyordum. Ne önemi vardı ki hem. 


Yanındaydım. Dizinin dibine koydukları derisi yırtık, bir ayağı cırcır ses çıkaran bir sandalyede…


“Neredesin?” dedi.


Eyvah… Hatırlamıyordu beni.


Baştan aldım her şeyi. Hatırlamadı. Yormadım.
“Boş ver. Yanındayım işte.”


Bembeyazdı. Pamuk gibiydi. Başımı dayadığım göğsünün altına sıkışıp kalan, o yumruk gibi sıkılmış yüreğinin karşı ekranda kaç kez attığına takıldı gözlerim. 180… fazla. Çok fazla. ‘Bunun için burada ya zaten,’ dedim içimden. 


“Dışarıya,” dedi bir ses.


Oysa içeri girmek istiyordum ben. Kalbine, ciğerlerine girmek istiyordum. O alçak hücrelerin boyunlarından tutup sıkmak, defolup gitmelerini isteyecektim. 


“Dışarıya, lütfen…” dedi aynı ses…


İçime akan gözyaşlarımın tekini görmesini istemediğimden ezik büzük bir halde dışarıya attım kendimi. O kadar iğrenç ve küçülmüş hissediyordum ki kendimi. Hiç bu kadar gereksiz ve aşağılık biri olmamıştım hayatımda. 


Dünyanın öbür ucunu burnunun ucuymuş gören biri için kılımı kıpırtamıyor, gözlerinin içine bakarak ‘seni ne kadar çok sevdiğimi anla işte’ dışında hiçbir şey gelmiyordu elimden. 


Hepsi bu kadardım. Topu topu bu kadar…


Aynı pantolon, aynı çorap, ama bir gün öncesinden kopmuş adam… İşe yaramazlığını bugün anlamış biri… Etinin, kemiğinin sahibine bir nefes veremeyen biri…


Telefonum çaldı. Aynı numara. Aynı ses.


“Makineye bağladılar.”
Makinelere nefretimin başladığın an... 


Kablolara, koridorlara, camlı kapılara, fanuslara, serumlara, yanıp sönen ışıklara…


Bu kez uçmaktan da hızlı varmıştım. Evden çıktığımda aklımda annem, vardığımda annem… Kaç saniye ki… 


Uyuyor annem. 


Uyutuluyor. Habersiz geldiğimden.


Yalvarıyorum. Bir dakika… Bir saniye… Bir salise…


Geçiriyorlar…


Karşılıksız bakışmalar… Beyaz çarşafın altında kar taneleri dizilmiş gibi… 


Az önce aldığı mutlu bir habere seviniyordu sanki…


Suat TEKİN

(Allah şifa versin.)

YORUM EKLE