AK Parti durumun ciddiyetinin farkında mı?

31 Mart seçim sonuçlarını takiben AK Partililerin yaptıkları açıklamaları takip ettiğimiz zaman, bu sorunun cevabını vermek aslında son derece kolay.  


AK Parti, 31 Mart seçimlerini  sıradan bir yenilgi olarak kabul ediyor ve partilerine her daim sahip çıkmış sadık seçmenlerin eskiden olduğu gibi partilerine sahip çıkacaklarını düşünüyor. Oysa bu büyük bir yanılgı.  Çünkü 31 Mart seçimleri seçmenlerde sadece bir “Mağlubiyet Duygusu” olarak açıklanamayacak kadar büyük bir travma yarattı. Travmanın temel nedenlerinden biri, seçim gecesi bir seçim kaybı değil, terk edilmişlik hissi yaşamış olmaları.


AK Parti seçim sonuçlarının kontrolü konusunda, seçmenlerin yaşadığı endişeyi bilmesine rağmen, sonuçlara hâkim olduğunu gösteremedi. 


Yaratılan beklentinin daha seçimin ilk saatlerinde hayal kırıklığına dönmesi, Manipülasyon yapıldığını söyleyen yöneticilerin çok kısa bir süre sonra seçim sonuçlarını kabul etmesi, üstelik sonrasında da bu yöneticilerin neden manipülasyon var dediklerini seçmeni ikna edecek şekilde açıklamamaları  seçmenlerde partinin oyuna da sahip çıkmadığı hissiyatını doğurdu.
Partilerinin ne seçim gecesi, ne de sonrasında da bu hissi yaşayan seçmenlerle iletişime geçmemeleri, yakınlaşma politikası kurmamaları; aksine zamana yayarak seçmenlerdeki bu hissiyatın geçeceğini düşünmeleri ve hatta konsantrasyonu başka seçimlere çekerek beka açıklamalarıyla seçmenleri yatıştırabileceklerini sanmaları, seçmenlerin yaşadığı “Terk Edilmişlik” hissiyatını daha da büyüttü.


Partilerinin önce beklentileri artırıp, sonrasında ise sadece bu beklentileri karşılayamamaları değil, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmaları seçmenlerin yaşadığı hayal kırıklığını kızgınlığa çevirmeye başladı. Seçim gecesi travmasını atlatamayan seçmen, sonrasında kendisine yönelik bir iletişim çalışması görmediği için yaşadığı kızgınlık, “Anlaşılmama” hissiyatına girmesine, bu hissiyat da  yalnızlaşmasına ve hatta küsmesine neden oldu.
Öncelikle küskünlüğe giden yol ayırımının temelinde dönüp dolaşıp yine şu soruya geldiğini düşünüyorum: Oy vermek hak mıdır, yoksa ödev mi?


Elbette ki, demokrasi açısından düşündüğümüz zaman oy vermek haktır, Anayasa’da da bu “hak” olarak tanımlanmıştır. Ama sonrasında “Halkoylamasına, Milletvekili genel ve ara seçimlerine ve mahallî genel seçimlere iştiraki temin için, kanunla para cezası dahil gerekli her türlü tedbir alınır” denilerek de oy verme aynı zamanda bir zorunluluk olmuştur. İşte tam da bu noktada özellikle son dönem AK Parti açısından bu seçmenlere bir görev olarak sunulmuştur. “Vatandaşlık görevi”. Ama bu öyle bir görev ki, seçmen her ne hayal kırıklığı yaşarsa yaşasın seçim günü dönüp partisine/adayına oy vermekle yükümlüdür gibi bir anlayış sergilemiştir. İşte bu da seçmenleriyle kopma noktasına gelinmesinin ilk aşamasıdır.


Seçmenlerin partinin değil; kendi nedenlerine göre hareket etme özgürlüğü vardır. Siyaset iletişim literatüründe seçmenleri oy kullanmaya, ya da kullanmamaya teşvik eden rasyonel ve rasyonel olmayan motivasyonları inceleyen birçok çalışma mevcuttur.


Bu çalışmaların bize gösterdiği, seçmenin istediği adayın kazanmasından alacağı manevi tatmin, verdiği oyun seçim sonucuna etki edeceğini düşünmesi, oy vermenin etik bir davranış olduğunu düşünmesi, siyasi sistemde söz sahibi olduğu hissi, partizan tercihini gösterebilmek, ve  vatandaşlık görevi duygusu oy verme ya da kaçınmaya yönelik kararı etkileyen ana unsurlardır.


“Oy verme”, siyasal olarak hangi tarafta olduğunuzu ifade etmek demektir ve birçok seçmen açısından seçim sonuçlarından bağımsız olarak değerlidir. Oysa son dönemde AK Partili seçmenler acaba gerçekten dilediği, beğendiği, kendisini ait hissettiği için mi oy veriyor yoksa istenmeyen adayı engelleme motivasyonu ile mi?


Seçim sonucu genel olarak; tek bir oy ile değişmeyecektir. Ama seçmenlerin sorumluluk alarak oy kullanması beklenir ve bunu yaparken zamanlarını boşa harcadıklarını düşünmeleri istenmez.


Seçmenler açısından oy vermenin gücü, genellikle sonucu etkileme yeteneği olarak düşünülür. İşte seçmen, tam da bu noktada verdiği oyun takibinin yapılmasını ister. Takibinin yapılmadığını hissettiği anda ise kandırıldığını hisseder. Bu bir seçim için  belki tolere edilebilecek bir duygu olsa da, partisinin becerisi ile ilgili sorgulamaya, partiye olan güvenini yitirmesine ve bıkkınlığa neden olur. 31 Mart seçim gecesi ve sonrası yaşanan büyük kızgınlığın temel nedeni, işte bu bıkkınlıktır.


Seçmende  kaale alınmadığı hissiyatı, bir müddet sonra kayıtsızlık olarak kendini göstermeye başlar. “Kayıtsız seçmen”, tanım gereği, herhangi bir adayın seçilmesinden hiçbir fayda elde etmez. Bu nedenle de ilgisizdir ve ilgisizlik oy verme konusunda da kendisini sorgulamasına neden olur. Yapılan araştırmalar bize siyasetin kimlik siyasetine mahkum bırakılmasının, seçime katılım oranını düşürdüğünü gösteriyor.


Oy vermekten kaçınmanın bir diğer nedeni seçmenin partilere yabancılaşmasıdır. Ancak, yabancılaşmış seçmenler kayıtsız oldukları için değil, adayların/partilerinin idealindeki siyasetin  çok uzağında olması dolayısıyla oy vermek istemezler.

Partilerinin siyasetinin yetersiz olduğu, yeni siyaset üretemedikleri düşüncesi seçmenleri uzaklaştırır.

Seçmen ile bağ kuramayan partiler, işte bu yabancılaşma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Seçmen, partisine duyduğu kızgınlığı göstermenin, partisinin kendisini bir türlü anlayamamasını cezalandırmanın bir yolu olarak bilinçli olarak sandığa gitmemeyi seçebilir.


Seçmenler tercihlerini göstermek için oy kullanırlar. Bazen bu tercih taktiksel oy kullanmama olarak kendini gösterir.  Kümülatif olarak yaşanan hayal kırıklıkları ve partinin biraz önce söylediğimiz gibi seçmenle doğru bir iletişim içine girmemesi, seçmende partinin oyunu hak etmediği düşüncesinin doğmasına neden olabilir. Bu da partiye yönelik giderek artan bir kızgınlığa dönüşebilir. Seçmen oyunun değerli olduğunu bilir ve buna talip olanların kendisini anlamaması karşılığında partiyi cezalandırma olarak kullanmak isteyebilir. İnandığı /savunduğu fikirler için değil emaneten oy vererek düşüncelerinden taviz verdiği hissiyatına kapılır. Bu fedakârlığının karşılığında ise partinin kendisine toplumsal bir proje sunmaması, verdiği oyun herhangi bir toplumsal fayda değil, mevcut siyasetçilere kişisel fayda yarattığı düşüncesi küskünlüğün artmasına ve bunun neticesinde  cezalandırma hevesine yani taktiksel oy kullanmamasına neden olabilir.


Yukarıda anlatılanların ışığında partilerin yapacağı en büyük hata seçmenlerdeki küskünlüğü yok saymasıdır. Aksine, yapılması gereken seçmene “Seni duyuyorum, anlıyorum” mesajını vererek, doğru bir iletişim kurulmasıdır. Seçimlerin en büyük  çalışması, seçmende motivasyon yaratacak bir çalışma içerisine girilerek yeni bir umut yaratma olmalıdır. Aksi takdirde AK Parti her seçim partisine sahip çıkan o sadık seçmenini bulamayabilir.


Osman Danış

YORUM EKLE